Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı

5 Haziran 2014 Perşembe

Uzaylıların Ziyareti

                                              
            Evvel zaman içinde kalbur saman içinde develer berber pireler tellal iken, ben ninemin beşiğini tıngır mıngır sallar iken Kalipso adında Uranüs adı verilen gezegende yaşayan barbar bir köpek ırkı varmış. Bu ırk kendi hammaddelerini tükettikleri için başka gezegenlerin hammaddelerine zorla el koyar ve onları yok ederlermiş. Bir gün gene Kalipsolar sefere çıkmışlar. Jüpiter'e yaptıkları baskından elde ettikleri ganimet suyunu çekmiş bu yüzden de yeni hammadde kaynakları bulmak için araştırmalara başlamışlar. Ve Dünya adı verilen su ve hammadde bakımından oldukça zengin bir gezegene rastlamışlar. Bu gezegende "İnsan" adı verilen bir yaşam formu yaşamaktaymış. Ama bu yaşam formu oldukça ilkelmiş. Ve çoğu hammadeyi işleyemiyorlarmış. Bu da bu gezegeni bir hammadde cennetine dönüştürüyormuş. Bu gezegeni fark edince General Katuno ordusuna harekete geçmelerini söylemiş. Kalipso ordusunu gizli silahlarından biri ise Gallam adı verilen korkutucu yaratıklar kullanmalarıymış. Bu yaratıkların dört ayağı varmış ve oldukça uzun boylularmış. Ayrıca bu yaratıkların dişleri de oldukça sivriymiş. Aslında Kalipsolar normal bir şekilde baskına gitmezlermiş. Çünkü onlar baskına gidecekleri gezegene bir tane asker gönderirlermiş. Bu asker yanında " Gölge geçidi" adı verilen bir alet taşırmış. Ardından bu asker gittiği gezegende bu aleti ışık almayan bir yerede hazır konuma getirip bir sinyal vermesi gerekirmiş. Bunu gören askerlerse kendilerinde bulunan geçit kapısından geçer ve işgal edecekleri gezegeni ele geçirirlermiş. Ancak bu geçit askerle içinden geçerken ışığa maruz kalırsa askerler sonsuza dek yok olurmuş. İşte bir gün Tom adında bir asker Dünya adı verilen bu gezegene doğru yola çıkmış. Yanına gölge geçidini de almış. Ama kılık değştirmesi gerekiyorumuş. Zaten bu Kalipsolar için oldukça kolay bir şeymiş. Çünkü Kalipsolar her şeyin kılığına girebilme gibi bir özel güce sahipmiş. Bu sayede istedikleri kılığa kolayca girebilirlermiş. Tom bir çocuk kılığına girmiş. Ve insanların yaşam tarzlarıyla ilgili bilgi edinmiş. Ardından dikkat çekmemek için okul adı verilen insanların çocuklarını eğitmek için gönderdiği ve öğretmen adı verilen öğrencileri eğitmekler görevli değişik yaşam formlarının bulunduğu bir yere kaydolmuş. Tom "Beyin yıkayıcı" adında insanların beyninine bazı bilgiler yerleştirmeye yarayan bir yaratık sayesinde öğretmenlerin beynini yıkamış. Bu yaratık aslında bir böcekmiş ve bu böcek insanların kulaklarının içinden girerek onların beyinlerinde bazı kısımlarında değişiklik yapıyorumuş. Ve bunu birkaç saniye içinde gerçekleştiriyormuş. Sonra öğretmenlerin zihinlerine onun bir öğrenci değişim programı aracılığıyla buraya geliğini ve iki haftalık bir süre için bir öğrencinin yanında misafir olarak kalacağı bilgisini yerleştirmiş. Daha sonra İnci adında temiz kalpli  bir hoca Tom okula kaydolduktan sonraki gün sınıfta öğrencilerine Tom'un öğrenci değştirme programı sayesinde buraya geldiğini ve bir öğrencinin yanında misafir olarak kalacağını söylemiş. Bunu duyan Ahmet çok heyecanlanmış ve Tom'un kendisiyle kalabileceğini söylemiş. Tom okulda değişik şeylerle karşılaşmış. Örneğin ödev adı verilen ve öğrencilere konuyu pekiştirmeleri amacıyla verilen ve onların bazen düşük notlar almalarına sebep olan değişik bir uygulamayla karşılaşmış. Daha sonra kantin adı verilen değişik ve Tom'un daha önce hiç görmediği şeylerin satıldığı bir yer görmüş. Ardından akşam Ahmet'in evine gelmiş ve Ahmet'in annesi Pınar Hanımla ve babası Mehmet Beyle tanışmış. Çok samimi ve sıcak kanlı insanlarmış. Ahmet Tom'a ona ayrılmış olan odayı göstermiş. Ve uzun yoldan geldiğini düşünerek onu dinlenmesi için yalnız bırakmış. Tom yeni odasını çok beğenmiş ve eşylarını yerleştirmiş. Yalnız kaldığından ve izlenmediğinden emin olduktan sonra General Katuno'ya insanların yedikleri şeyler, okul adı verilen yerler ve insanlarla ilgili rapor vermiş. Ertesi gün Tom ile Ahmet okula beraber gitmişler. Okulda Fizik adı verilen bir ders işlemişler. Ama Tom bunların oldukça basit olduğunu düşünmüş. Ve insanlar bu kadar ilkel oldukları için onlara acımış. Daha sonra bu acısını unutmuş çünkü bu insanların kendi hatasıymış bilim ve teknolojiyle ilgilenmiş olsalar bugün bu durumda olmazlarmış. Sonraki ders matematikmiş. Tom çok sevinmiş çünkü matematik Uranüs'te Tom'un en sevdiği dersmiş. Ama Tom'un sevinci kursağında kalmış. Çünkü bunlar matematik bile sayılmazmış. Çünkü Kalipsolu bir bebek bile okulda öğretilen matematiği kavrayabilirmiş. Tom gördüklerine çok şaşırmış ve bunları insanların ilkelliğine vermiş. Ardından kimya adı verilen bir derse girmiş. Bu derste Periyodik Tablo adında bir tablo öğrenmişler. Tom derste elini kaldırmış ve öğretmenine aslında 1018 element bulunduğunu ama bunların 578 tanesinin labarotuvarda üretildiğini söylemiş. Ve bunlardan ancak 294 tanesi doğada bulunur demiş. Öğretmen çocuğun dediklerini önemsememiş ve dersine devam etmiş. Ama Tom haklıymış. Öğretmeni Tom'un dediklerine önem vermeyince Tom bu dersi de hiç sevmemiş. Ve giderek çoğu öğrenci gibi okuldan nefret etmeye başlamış. Sonra Tom'un bütün düşüncelerini değiştiren bir şey olmuş. Tom Türkçe dersine girmiş. Bu dersin öğretmeni İnci Hoca derse girmiş. Ve çocuklara dersi masallar ve anılar eşliğinde anlatmaya başlamış ve Türkçe gibi güzel bir dilin inceliklerini anlatmış. Tom bundan çok etkilenmiş. Ve okulda en sevdiği ders Türkçe olmuş. Akşam eve döndüğü zaman elini yüzünü yıkamış, yemeğini yemiş, üstünü değiştirmiş, ödevlerini yapmış ve General Katuno'ya insanların çoğu alanda özellikle bilimde ne kadar ilkel olduğunu anlatmış. Ve ona İnci Hoca'yı anlatmış. General Katuno bu dili ve İnci Hoca'yı takdir etmiş. Ve içten içe bu dili çok kıskanmış. Çünkü Kalipsonca'nın çok büyük incelikleri yokmuş. Tom rapor vermeyi bitirdikten sonra General Katuno yeteri kadar bilgi topladıklarını ve iki gün sonra Gölge geçidini kurmasını istemiş. Ama gölge geçidini kurarken insanlara gözükmemesi gerekiyormuş yoksa Kalipso ordusu ve Gallamlar hazırlıksız yakalanabilirlermiş. Bu yüzden insanların dikkatini çekmeyecek bir şekilde bu gölge geçidini kurabilceği bir yer bulması gerekiyormuş. Uzun bir süre bu yeri bulabilmek için ertesi gün okuldan sonra araştırmalar yapmış ama o araştırmalar yaparken Ahmet'in dikkatini çekmiş. Çünkü onda bir tuhaflık olduğunu sezmiş. Ve Ahmet bir süre Tom'u izleme kararı almış. Ve akaşam onu General Katuno'ya rapor verirken gizli gizli seyretmiş ve konuşmalarını dinlemiş. Tom General Katuno'ya  Ahmetler'in bahçesinin dışında Gölge geçidini kurabileceği bir yer olmadağını ve ışıktan uzak durmak için geçidi gece vakti kuracağını söylemiş. Bunu duyan Ahmet başta duyduklarına inanamamış. Çünkü o Tom'u hep iyi kalpli bir çocuk olarak görmüş. Ama harekete geçmesi gerektiğini farketmiş. Ve ilk iş olarak bir dükkandan 10 tane lamba, 2 tane dinamit ve bir adet kelepçe ve bir adet bayıltan sinek satın almış. Bu bayıltan sineği geçidi kapatırken kendisini engellememesi için Tom'u bayıltmada kullanacakmış. Ahmet o gece Tom'u seyrediyorumuş. Çatıda çoktan lamba düzeneğini kurmuş. Birkaç saat sonra Tom yatağından kalkmış. Ve bahçede Gölge geçidini kurmuş. Ardından sinyali açmış Ahmet biraz beklemiş. Çünkü ordunun geçide girmesini istiyormuş.  Daha sonra geçitte bir hareketlenme olmuş ve geçidin kapıları yavaş yavaş açılmaya başlamış. Bu ordunun geçidin içine girdiğinin göstergesiymiş. Ahmet'in bundan daha iyi bir şansı olamazmış. Ahmet lambaları yakmış ve bir çığlık sesi yükselmiş geçidin kapıları kapanmaya başlamış ardından sineği Tom'a yollamış. Ve Tom'u kelepçelemiş. Onu geçidin içine atmış. Daha sonra dinamitleri geçidin kenarlarına yerleştirmiş. Ve dinamitleri patlatmış. Geçit bir kara deliğe dönüşmüş. Sonra kendi kendini yok etmiş. Ertesi gün bütün televizyon kanallarında Dünya'yı kurtaran Ahmet varmış. Ahmet'e ödül olarak bir araba bile verilmiş ancak Ahmet bütün bu ödülleri reddetmiş ve bütün bu başarısını ona hayatta bildiği çoğu şeyi öğreten İnci Hocası'na borçlu olduğunu söylemiş.  Ve insanlık giderek gelişmiş ve ilkel bir ırk olmaktan kurtulmuş. Hatta Kalipso Irkı'nı bile geride bırakmış. O günden sonra gökten üç elma düşmüş. Biri Ahmet'tin, biri İnci Hoca'nın diğeri ise okurların başına düşmüş.
TARIK BERDAN KÖROĞLU

İYİ POLİS KÖTÜ POLİS


 İSİM TAMLAMALARI:
-İş görüşmesi
-Binanın girişi
-Güvenlikçinin adı
-Sizin randevunuz
-Aynı  şirketin mülakatı
-Kuaför çırakları
-Kariyer yönlendirme grubun semineri
-Seminerin amacı
-Şirketin önü
-Demir parmaklıklar
-Kalaycı çırağı
OLAY:
           Mahmut ve Engin seminere giderler. Engin dinlerken Mahmut başka şeylerle uğraşır. Kürsüdeki bayan mülakatlarla ilgili bilgilendirme yapıyordur. İş görüşmesine giderler. Engin detaylara önem verir. Seminerdeki bayanın dediği gibi mülakattaki adamlardan biri iyi biri kötü polis rolündedir. Engin seminerdeki kadının dedikleri uygular ve sakin kalmaya çalışır. Engin’in mülakatı iki saat sürerken Mahmut yarım saat sonra çıkar. Mahmut kötü polis rolündeki adamın baskısına dayanamayıp mülakatı terk etmiştir.
YER:
Konferans salonu ve şirket

ZAMAN:
Mezun olmalarına iki ay kala




OLAY ÖRGÜSÜ:
-Seminer verilir.
-Mülakata giderler.
-Engin mülakata girer. Ardından da Mahmut girer.
-Mahmut sinirlerine hakim olamayıp mülakatı terk eder.

KONU:
Öz kontrol

ANA DÜŞÜNCE:
Sinirlerimize hakim olamalıyız.

Çağlasu GÜNEŞ

Tarık Berdan KÖROĞLU

Sakız Okula Başlıyor

Sakız arkadaşları Tito ve Bilo ile oyun oynuyordu. Üç arkadaş beraber futbol oynuyorlardı. Oldukça neşeliydiler. İçlerinde en iyisi Tito'idi. Daha sonra Sakız'ın annesi Bayan Akgül çocukları yemeğe çağırdı. Bayan Akgül harika bir yemek hazırlamıştı. Çocuklar yemeklerini bitirdikten sonra Tito ve Bilo'nun anneleri geldi. Ve vedalaştılar. Çünkü yarın büyük gündü.
       Arkadaşları gittikten sonra Sakız ve Bayan Akgül  alışverişe gittiler.Anne, oğul beraber kırtasiyeye gittiler. Sakız burayı çok ilginç buldu çünkü daha önce böyle bir yere hiç gelmemişti. Kırtasiyeden kalem, defter, kalemtıraş ve çanta aldılar. Sakız çantasını çok beğendi. Akşam çantasını hazırlayıp uyudu.
Ertesi gün Bayan Akgül ve Sakız okula gittiler. Bayan Akgül, Sakız'ı Bay Güleç'e teslim etti. Ancak annesinin gittiğini görünce Sakız ağlamaya başladı. Bay Güleç Sakız'a ağlamamasını, burada çok eğleneceğini söyledi ve birlikte annesine veda ettiler. Bay Güleç Sakız'ı arkadaşlarıyla tanıştırdı ve onu Toto'nun yanına oturttu. Toto Sakız'a okulun içindekileri ve neler yapıldığını anlattı. Ardından Bay Güleç çocuklara okulu gezdirmeye başladı. Önce laboratuarı gördüler. Çocuklar laboratuarı çok beğendiler. Özellikle mikroskop adı verilen alet Sakız'ı çok etkiledi. Bu alet çok küçük şeyleri büyük miktarlarda büyütüp onları gözlemleyebilmemizi sağlayan bir alettir. Sakız bu aletten çok hoşlandı. Daha sonra Bay Güleç çocukları okul kantinine götürdü. Ve çocuklara buradan yiyecek veya içecek bir şeyler alabilecekleri söyledi. Sakız buradan babası Bay Ortanca'nın verdiği harçlık ile meyve suyu satın aldı. Kantindeki amca da ona para üstünü verdi

        Ondan sonra Bay Güleç çocukları yemekhaneye götürdü orada çocuklara yemek yedirdiler. Sakız yemeği çok beğendi. Son olarak Bay Güleç çocukları oyun odası adı verilen bir odaya götürdü. Bu odada çeşit çeşit oyuncaklar ve çeşit çeşit oyunlar vardı. Bu odada çocuklar için bir oyun parkı bile vardı. Oyun parkında salıncaklar ve kaydıraklar vardı. Daha sonra Sakız teneffüste otururken siyah saçlı bir çocuk ona yaklaştı ve adının Bulut olduğunu söyledi. Bulut'un da Sakız gibi hiç arkadaşı yoktu. İkisi birlikte oyun oynamaya başladılar ve yakın arkadaş oldular. İkisi birlikte salıncakta sallanıp kaydıraktan kaydılar. Daha sonrada birlikte oyuncakların bulunduğu yere gittiler ve orada çeşit çeşit oyuncaklarla oynadılar. O günden sonra ikili çok yakın arkadaşlar oldular. Akşama doğru Bayan Akgül geldiği zaman Sakız okuldan ayrılmak istemiyordu. Ama Bay Güleç ona bundan sonra her gün buraya gelebileceğini söylediği zaman çok mutlu oldu.



                                                       TARIK BERDAN KÖROĞLU

                                                              Haz FTA-2000

Metin Altıok (1940-1993)

                        
                                                                                                    
İzmir'de doğdu. DTCF Felsefe Bölümü mezunudur. Memurluk ve öğretmenlik yaptı. 2 Temmuz 1993 günü Sivas Madımak Oteli'nde yakılan aydınlarımızdan biriydi. O bir şiir serüveninin kahramanı olarak şiir sevenlerin gönlünde şimdi.

Ataol Behramoğlu, Büyük Türk Şiiri Antolojisi'nde şairin şiirini anlatıyor: ``M.Altıok'u şiirleri 70'li yıllarda yayınlanmasına karşın, şiirlerinin kaynakları bakımından 60'lı yılların geç ürün veren bir şairi olarak nitelemek gerekir..... Bu kuşağın en romantik, duygucu şairleri arasında. Dili yalın. Benzetme yapmayı, anlaşılması güç olmayan simgeleri kurmayı seviyor.''

Metin Altıok 'Şiirin İlk Atlası' kitabında şiiri şöyle tanımlıyor: ``Şiir bilgisinin en önemli özelliği bu bilginin genel bir bilgi olmamasıdır. Çünkü şiir devingen ve değişken, her seferinde tek ve özgün olan çok özel bir varoluş biçimine sahiptir. Bu özellik başka şairlerin şiirleri için olduğu kadar aynı şairin şiirleri için de geçerlidir. Şiirle her karşılaşmamız bir öncekinden farklı, yeni bir karşılaşmadır.''

                           Şiirleri 
MEKİK

Şimdi aşk kaçmış bir ilmektir gövdenin örgüsünde,
Uykusuz bir gecenin çitlerine takılan.
Sökülür durmadan uzayan ipliğiyle,
Sarılır mekiğine sabahın
Ürkek bir güvercin halinde.
Ve sen eksildikçe o güvercin tamlanır,
Kanatlanır böylece köpüren özlemiyle.
Uçar gider geçmiş bir günün ardından,
Bir tüy kalır geriye senin bittiğin yerde.




SİS



Özenle boyadım ipliğini sevginin,
Gidip de bulamamanın incinmiş rengine.
Sisi gümüş bir rüzgârla tepelerden eğirdim,
Dokudum yalnızlığın bu serin kumaşını,
Sesime ayrılıklardan bir gömlek diktim.
Ölümü tastamam ezberledim de geldim,
Dilimde bu buruk türkü tadıyla
Bilmem ki buradan nereye giderim.


Sonunda kendime bir top yangın edindim,
Soluğumla besledim dudağımın ucunda.
Ömrümün külüydü savrulan hep ardımda,
Örterek yavaş yavaş bıraktığım izleri
Yanmış bir günün sürüklenen kanatlarıyla.
Koştum, durmadan koştum o küçük yangınımla,
Adımın çaresiz kıyılarında kendi göğümü bulmaya.



SARIL BANA

Bu yaşa geldim içimde bir çocuk hâlâ
Sevgiler bekliyor sürekli senden.
İnsanın bir yanı nedense hep eksik
Ve o eksiği tamamlayayım derken,
Var olan aşınıyor azar azar zamanla.

Anamın bıraktığı yerden sarıl bana.

Anılarım kar topluyor inceden,
Bir yorgan gibi geçmişimin üstüne.
Ama yine de unutuş değil bu,
Sızlatıyor sensizliği tersine.
Senin kim olduğunu bile bilmezken.

Sevgiden caydığım yerde darıl bana.


BEN ŞİMDİ BİRAZ
Ben şimdi biraz da
Senin için görüyorum;
Gökyüzünün parlak,
Bakış seken mavisini.
Ben şimdi biraz da
Senin için duyuyorum;
Gecenin o sarsak,
Yokuş çıkan ezgisini.
Ben şimdi kanayarak
Senin için yaşıyorum;
Sazan derisi gibi
Günlerimi külle soyarak.
     

                                                                                        Tarık Berdan Köroğlu

Otobiyografik Şiir

                           
DÜŞÜNDÜM


‘’Karşı komşunun çocuğunun daha mı çok oyuncağı var’’ diye düşündüm,

5 yaşında.
‘’Okul eğlenceliymiş’’ diye düşündüm,
7 yaşında.
‘’Ben ne zaman büyüyeceğim’’ diye düşündüm,
9 yaşında.
‘’Ders çalışmasam’’ diye düşündüm,
11 yaşında.
‘’Lisede annemlerden ayrılacak mıyım’’ diye düşündüm,
13 yaşında.
‘’Sınavın bir önemi yok’’ diye düşündüm,
14 yaşında.
‘’Yetişkin olmak zor mu,acaba?’’ diye düşünüyorum şu anda.

                                  
                                               Koray TEKİN    
                            Hz A


                                     

SİNEKLERİN TANRISI SORULAR

SİNEKLERİN TANRISI SORULAR
1) Çocuklar neden bölünmler oluşmadan önce Ralph’ın söylediklerini dinliyorlar?
Cevap: Ralph’ın elinde tuttuğu ve çok yüksen ses çıkarabilme yeteneği olan deniz kabuğundan çok etkilenen çocuklar bu deniz kabuğuyla adaya düşmeden önce sözlerini dinlemek zorunda oldukları büyükler ile bir ilişki kuruyorlar.
2)Jack ile Ralph ilk olarak neden kavga etmişlerdir?
Cevap: Ralph ilk olarak barınak gibi temel ihtiyaçların giderilmesini istiyordu. Ancak Jack özgürlüğün tadına varıp bu sarhoşluk ile gerçekçi düşünemiyordu. Aralarındaki ilk kavga Ralph’ın barınak için iş gücüne ihtiyacı varken Jack’in ava çıkması sonucu olmuştur.
3)Kitabın adında da geçen sineklerin tanrısı nedir/kimdir?
Domuz kafasıdır.
4)Çocukları kim kurtarmıştır?
Gemi ile gelen askerler kurtarmıştır.
5)Domuzcuk nasıl öldürülmüştür?
İletişim kurmaya çalışırken uçurumdan atılan bir taşın kafasına çarpması sonucunda ölmüştür.

3 Haziran 2014 Salı

Indıla derniere danse

                                                  Öğretici Metin
               Fransızca olan bu şarkı yirmili yaşlarında olan genç şarkıcı İndila tarafından söylenmektedir. Şarkı yavaş bir tempoyla başlayıp zamanla temposunu yükseltmekte ve sonra tekrar düşürmektedir. Şarkıda danse kelimesinin geçmesinden anlaşıldığı kadarıyla şarkının dans etmekle ilgisi vardır. Şarkının klibinde başlangıçta arka planda çiçek tutan bir kızın görülmesinden şarkıda kızın kendisini veya diğer bir genç kızı anlattığı düşünülebilir.

                            Sanatsal Metin

              Şarkıyı söyleyen genç kız şarkı boyunca sesinin güzelliği ve pürüzsüzlüğüyle dinleyenleri büyülemekte ve kendisine hayran bırakmaktadır. Şarkı başlangıçta duygusal bir şekilde başlamaktadır. Zamanın geçmesi ve temponun yükselmesi ile şarkıdaki duygular baştaki duyguların zıttına yönelmektedir. Bu yüzden şarkının nakarat ve diğer bazı bölümlerinde duygusallık dağılmakta, onun yerine sevinç ve mutluluk ortaya çıkmaktadır. Şarkının klibinde arka planda gözüken güzel genç kız hüzünlü durmaktadır. Bu da şarkının bir ayrılık şarkısı olduğunun göstermekte



Berkin Erdem

SAKATAT

GÖZLERİNİN DERİNLİKLERİNDE KAYBOLURKEN
SADECE YALNIZLIK BANA YOLDAŞ
BENİ TERK EDERKEN SÖYLEDİĞİN SÖZLER
KULAKLARIMDA YANKILANIYOR YAVAŞ YAVAŞ

SANA YAKIN SENDEN UZAK
KALMADI ACI ÇEKECEK TAKAT
ESKİDEN AŞIKTI KALBİM
ŞİMDİ OLDU BİR DE SAKAT
                


                                                      Furkan Çıkılmazkaya Hz-A

BİLİM KURGU


                                            YAKLAŞAN FIRTINA
Çok uzak bir zamanda çok uzak bir galakside iki küçük kız kardeş yaşıyordu. Birinin adı Hopi, diğerinin Pofi’ydi. Bu iki kardeş o günlerde çok heyecanlıydılar. Çünkü babaları onlar için galaksinin en büyük lunapark gezegeni olan Santora’ya bilet almıştı ama ne yazık ki kendisinin işe gitmesi gerektiği için çocukları ile birlikte gelemeyecekti. Hopi ile Pofi anneleriyle birlikte geziye gitmek için sabırsızlanıyorlardı. Birkaç saat sonra uzay gemileri kalkacaktı. Yüklerini yerleştirip uzay gemisine bindiler. Anneleri Sakapi ellerini hiç bırakmıyordu. Sakapi gezegenleri Tikarro’daki küçük bir hastanede hemşireydi.
Uzay gemilerinde adı John Smith olan genç ve komik bir adamla tanıştılar. Evet, yanlış duymadınız adı John Smith’ti. En azından o kendisini John Smith olarak tanıtmıştı. John’un giyim kuşamı çok tuhaftı: kumaş pantolon, gömlek, ceket ve bir de papyon. Hopi ile Pofi, John’u çok sevdiler. Bu yüzdendir ki John’un de Santora’ya geldiğini duyduklarında sevinçlerine diyecek yoktu. Yolculuk boyunca John’un yanından ayrılmadılar.
Santora’ya geldiklerinde Hopi ile Pofi gördükleri canlılara çok şaşırdılar. Burada galaksinin her yerinden canlılar vardı. Onların ilgilerini en çok çeken gri renkteki küçük, şirin canlılardı. Hopi dayanamayıp John’a o küçük canlıların ne olduğunu sordu.
“Bay Smith bu küçük şirin canlılar nedir, onları sevebilir miyiz?”
John cevap verdi, “Bunlar Santora’nın yerlileri olan Katakonalar. Bu küçük ve sevimli yaratıklar belki de bu galaksinin en zararsız yaratıkları olabilir, emin değilim. Oodlar da çok zararsızdır tabii enfeksiyon kapıp delirenleri saymazsak. Neyse konumuza dönelim Katakonalar, insanların bu gezegeni lunapark yapma teklifini sevinerek kabul etmişler ama tek şartları buraya gelen herkesin güvenle eğlenebilmeleri için ortam sağlanmasıymış. İnsanlar da bu şartı kabul edip burayı bir lunaparka çevirmişler sizin gibi küçük çocuklar eğlenebil…”
Pofi hemen John’un sözünü kesip, “Peki burası çocuklar için yapılmışsa senin gibi büyükler neden buraya geliyorlar?” demiş. John:
“ Eğer bazen kendini çocukça hislerin içinde kaybedemiyorsan, büyüklüğe erişmenin ne anlamı var ki?”
O zaman güldükleri bu cevap belki de hayatlarının en büyük parçası haline gelecekti, kim bilir. John, Hopi ile Pofi’yi şaşırtarak Katakonalar gibi sesler çıkararak onlarla iletişim kurmaya başladı. Ardından çocuklara dönüp Katakonaları sevebileceklerini söyledi. Hopi ile Pofi, mavi polis telefon kulübesinin yanından geçip Katakonaları sevmeye başladı. O kadar yumuşak ve sevilesi şeylerdi ki insanın elini onların üzerinden çekesi gelmiyordu. Ama lunaparkı gezebilmek için oradan ayrılmaları gerekiyordu. Hopi ile Pofi, Katakonalara teşekkür edip oradan ayrıldılar. Anneleri Sakapi çocukları bu kadar mutlu olduğu için çok mutluydu. John Smith’in de güvenilebilir bir adam olduğunu davranışlarından ve konuşmalarından anlayabiliyordu. Ama çocuklara olan ilgisinin yanında yalnız kaldığında onun yüzünde yaşlılığı ve hüznü görebiliyordu. Nedenini bilmiyordu ama onda bir tuhaflık seziyordu.
Hopi ile Pofi, bütün gün lunaparkta eğlendi. En heyecanlı kısım hız roketiydi. Ama bu eğlence ve mutluluk pek uzun sürmedi. Bir anda parkın etrafında patlama sesleri duyulmaya başladı. Her taraftan ağlama ve bağırma sesleri geliyordu. Patlamaya neden olan lazer topları gökyüzünden geliyordu.
Bir süre sonra Hopi ile Pofi tuhaf bir his hissettiler. Ardından gözlerini kapadılar. Gözlerini açtıklarında bir uzay gemisinin içindeydiler. Gezegendeki görevliler ve yerli Katakona ırkı hariç herkes bu gemiye ışınlanmıştı. Sakapi çocuklarını görür görmez koşup onlara sarıldı. Ama John Smith hiçbir yerde yoktu. O sırada gemideki uzaylılar konuşmaya başladı. “ Santora’nın işgaline hazırlanın.”
Hopi ile Pofi yaratıkları daha doğrusu robotları sonradan gördü. Bunlar daha çok önlerinde göz niyetine ufak bir boru uzanan teneke şeklindeki robotlardı. Ve cümlelerini her hecenin sonunda kısa bir duraklamayla söylüyorlardı. Liderleri, “ Bizden korkun insanlar. Size Daleklerin saf ve muhteşem gücünü göstermek için sizin yaşamanıza izin veriyoruz. Buradaki yıkımı hatırlayın ve herkese anlatın. Çünkü hepinizin sonu böyle olacak. Hepinizi yok edeceğiz.”
Bir anda bir ses, “ Peki niye?” dedi. Herkes o cesur sesin sahibini aradı ama kimse sesin asıl sahibini göremedi. Büyük bir merak içinde herkes olacakları bekliyordu. Daleklerin lideri bağırmaya başladı: “ Sesin sahibini arayıp bulun ve yok edin. Kimse Daleklerle boy ölçüşemez.”
Aynı ses, “ Hiç zannetmiyorum. Bundan yıllar önce sizinle uzun süre savaşan bir ırk vardı. Uzun süre önce yok oldular. Artık sadece bir efsaneden ibaretler. Ama gitmeden önce yanlarında bir şey daha götürdüler: en büyük savaşçı ırkının yani Daleklerin geri kalanını. Ne yazık ki iki taraftan da kurtulan oldu ve artık siz de kim olduğumu biliyorsunuz.” dedi ve bütün Daleklerden iki kelime yükseldi: “Doktor!”, “Yaklaşan Fırtına”.
“Evet, artık kim olduğumu öğrendiğinize göre karşılıklı konuşmaya başlayabiliriz.” dedi uzay gemisinin koridorlarından birinden bir adam geldi. Ama bu gelen John Smith’ten başkası değildi. Hopi ile Pofi, “John!” diye bağırdılar ve Doktor onlara el salladı. Ardından Dalekler’in karşısında yürüyerek konuşmaya başladı: “Sizce de bu savaş yeterince uzun sürmedi mi? Ve sonucunda ne oldu? Her seferinde elimden kurtulup başıma bela olmayı başardınız. Aynı şekilde ben de her seferinde gelip sizin yok etme planlarınızı bozmayı başardım. Peki, neden yok etmek zorundasınız? Santora’daki Katakonalar belki de galaksinin en zararsız yaratıkları. Veya insanlar, size karşılık bile veremezler. Daha uzayda hayat olduğunu bile yeni öğrendiler. Daha çok fazla gelişip, diğer medeniyetlerin kaderini etkileyecekler. Sizin muhteşem gücünüzün kanıtı bu mu? Sizden çok daha güçsüz, size karşılık bile veremeyen ırklara savaş açıp onları yok etmek mi?”
“Biz Dalekleriz tüm gelişmemiş ırklar bizim gücümüzü öğrenmeli.”
“Evet öğrenmeli. Ama onları yok ettikten sonra sizin bu gücünüzü kim hatırlayacak? Onlara merhamet göstererek onlara kendi muhteşem gücünüzü öğretebilirsiniz. Onların gelişme yolundaki engelleri açarak onlara gücünüzü gösterebilirsiniz. Hem böylece insanlar sizin gücünüzü sonsuza kadar hatırlayabilirler. Eğer savaşa yönelik herhangi bir hamlede bulunursanız karşınızda tekrar beni bulursunuz.” dedi Doktor ve geldiği yönden gitti. Ardından metalik bir ses geldi ve bir daha da herhangi bir ses duyulmadı.
Hopi ve ablası Pofi o aynı tuhaf hissin ardından gözlerini açtıklarında tekrar Santora’dalardı. Birkaç dakika korku içinde beklediler ama hiçbir şey olmadı. Lunaparkın içindeki herkes sevinç içinde çığlıklar atmaya başladı.  Hopi ile Pofi de anneleri Sakapi’ye sarıldı. O gün bir daha hiç Doktor’u yani John Smith’i göremediler. Ama göremedikleri bir şey daha vardı. Sabah orda olan ama şu anda orda olmayan bir şey: mavi polis telefon kulübesi. Ama hiçbiri bunu fark etmedi.
Hopi ile Pofi anneleriyle birlikte Tikarro’ya geri döndüler ve babalarına ve gördükleri herkese o gün onları kurtaran kahramanı anlatıp durdular. Bazıları inandı, bazıları inanmadı. Ama bu hikâye yüzyıllar sonra bile anlatılmaya devam edildi.